31 Ağustos 2013 Cumartesi

belirsizlik hikayesi...

Uçurumun kenarında, ayak başparmaklarıyla zemini hissedemeden öylece duruyordu. Karşısında deniz uçsuz bucaksız, nefes kesici ve davetkar görünüyordu. Kendini bıraksa mıydı ?
Ucundan tutar tutmaz kırılan duygulardı bu kez ellerindeki. Dağılıyor suçluluk duygusu ve güvensizlik yaratıyordu..

Çok sevebilirdi biliyordu, hep çok sevmişti, Başka türlüsü öğretilmemişti ki ona. Sonrasını düşünmeyi pek beceremezdi, gelecekle ilgili plan yapamazdı. Bugün bitmemişti ki daha... nasıl yapsındı.?

İnsanlara bakıyor ve nasıl oluyor da bu kadar değişken varken gelecekle ilgili planlar yapabildiklerine şaşıyordu. Geleceği sadece hayal edebilirdi. Hayallerin geçekleşmesi ise çoğu zaman ona bağlı değildi...

Düş kırıklıkları bile anlıktı. Kalbi anlık kırılır gelecekten alamadığı zamanı geçmişe fazlasıyla iade ederdi. Geçmişte yaşadığı söylenemezdi ama geçmişte bırakmak,  geleceği hayal etmekten daha zordu belki de.

Kendine soru soramıyordu, biliyordu zaten, soruların cevapları da yoktu. korkuyordu, incinecekti, belki incitecekti.

Akıl ve duygular hep çatışırdı,

Baş edebileceğinden emin olmadan hissetmek istiyordu yine, korka korka istiyordu, ne olacaksa olsundu. kalbini açmaya hazır mıydı bilmiyordu. Zaten kalbi de onun düşündüklerini umursamıyordu.

Denizin iyotlu temiz kokusu içini doldururken aklı kalbiyle yarışıyordu
"Bu kez farklı olabilir miydi ?"








27 Ağustos 2013 Salı

Sen,Ben,O

Ona baktığımda aklıma gelen kelime yalnızlıktı... 

Öyle bangır bangır değil. Kendi halinde, suyun musluktan damlaması gibi... Birikemeden akıp giden, buharlaşan bir yalnızlık.

Gözlerine baktığınızda kaçırırdı gözlerini.
Yüzünde tebessüm. Gözlerinde samimiyet arayışı...

Çünkü o hep güvenirdi. Kendine değil belki ama size güvenirdi. Binlerce kez kırıldığı halde insanlara nasıl güvenilmeyeceğini öğrenmemişti.

Seni seviyorum dediğinizde inanır, damla damla akıtan yalnızlık musluğu onarılırdı.
Ve gittiğinizde o musluk gürleyerek patlar etrafında ona mutluluk veren her şeyi birlikte götürürdü.

Hiç kimseden farklı hissetmezdi. 
Herkes gibi, herkes kadar yalnız hissederdi belki...
Ama onun bununla başa çıkamayışı benzersizdi.

22 Mayıs 2013 Çarşamba

hadi bir şeyler yapalım.

Mutlu olmak için hayatınızdan neleri feda ederdiniz ?

Bu şekilde düşünmüyoruz genelde. Mutlu olmak için hayatımıza katmak istediğimiz bir sürü şey var. Ama feda etmeyi aklımızdan bile geçirmeyiz.

"Böyle sevgilim olsun yüz bin lira borcum olsun." şeklinde bir feda edişten bahsetmiyorum.

Mutlu olmak için feda etmediğiniz her şey aslında vazgeçemediğiniz her şey olabilir pekala.

Dolaylı olarak düşünecek olursak, daha sağlıklı, daha dinç, daha ince olmak için koşmanız, yüzmeniz, hareket etmeniz gerekir. 

Ama kıçınızı yayıp oturma alışkanlığınızı feda etmezseniz bunlara sahip olamayacaksınız.

Aşk yaşamak sizi mutlu edecek. -bu çoğunuz için geçerli olmayabilir ama olması gereken budur, bazılarımız aşkı eziyete çevirmeyi seviyor- Peki kıçınızı kaldırıp evden çıkmazsanız, nasıl tanışacaksınız ki onunla ? 

Herhangi bir yerde olabilir. Film klişesi tanışmalarını bile yaşayabilirsiniz belki, o marketten çıkıyordur siz öküzleme yürüyorsunuzdur. Bir anda çarpışırsınız. Belki bir değişiklik olur bu kez "uff npysn be slk" cevabı almazsınız ? Belki özür dilersiniz ondan ve birlikte toplarsınız dökülen saçılanı, belki öyle pek sevmediğiniz halde "kahve içelim mi?" diye çıkıverir ağzınızdan ve o da "harika olur" diye gülümseyiverir...

Çok iyimser biri sayılmam ama geçmişe baktığımda hayatıma tesadüflerle girmiş onlarca güzel insan görüyorum. O tesadüfleri de benim hareketlerim belirledi. 

Son üç aydır uzun süredir yapmadığım bir şeyi yapıyorum. Deli gibi bisiklete biniyorum. Beni tanıyanlar bilirler bisiklete öyle sakin sakin binemem (:. Ormanlara gidiyorum, dağlardan tepelerden iniyorum kendime parkurlar arıyorum. Son üç haftadır da koşmaya başladım. İşle, insanlarla ilgili sıkıntılarımı kısa tutup, kendime zaman ayırıyorum. 

Bir dağ bisikleti yarışına katılacağım, 30-39 yaş Masters kategorisine girebileceğimi okuduğumda bir tuhaf hissettim ne yalan söyleyeyim. 30-39 yaş grubuna giriyorum artık. Yarışı kazanmayı umursamıyorum sadece bitirmek hedefim. Ama derece fikri heyecanlandırıyor. (:

Etrafınızda böyle hareketi seven insanlar varsa onlardan tavsiye isteyin, mutlaka yapın birşeyler. Bütün hayatınızı değiştireceğine söz veremem ama daha iyi hissedeceğinizi biliyorum.

5 km koşup hala koşmaya devam edebileceğinizi bilmenin hissiyatı harika olacak. Bu sonra katlanabilir 10 km, 15 km, 21 km 42 km olur belki... Forrest Gump olmanızı beklemiyorum. -ama koşmak onun hayatını değiştirmemiş miydi?-

Bisiklet ya da koşmak, sabahın erken bir saatinde ya da akşam üstü güneşin doğuşunu/batışını izlemek, kulağınızda the national, the black keys ya da coldplay ile kendi sınırlarınızı aşmanın verdiği his...

Mutlu olmak için rahatınızdan ödün verdiğinizde, aslında gerçekten rahat olmadığınızı, feda ettiğiniz şeyler olmadığını göreceksiniz.

Kendinize sürekli bahaneler bulmayın, "hava çok sıcak", ya da "çok soğuk", ya da "yağmur yağıyor" bahanelerinin ardına saklanmayın. Çıkın dışarı...

Koşun.
Sürün.
Gülümseyin. (:

10 Mayıs 2013 Cuma

hüzün çayı

Ne yapsam diyorsun kendine, okuduğun kitaplar, izlediğin filmler arasında dalıyorsun, bakıyorsun yine sen kalmışsın, tek başınasın, az önceki gülümsemenden eser yok şimdi.

Biliyorsun, birileri olsa etrafında, yine gülümseyeceksin oysa. Hiçbir şey olmamış gibi gülümseyeceksin. Bir şeyleri özlediğini söyleyemeyeceksin. İnsanlar hemen hemen aynı şeyleri yaşıyor olsalar da anlayamayacaklar birbirlerini... Seni...


Böyle işlemiyor, o çark böyle dönmüyor, işleyişini çözdüğünü düşündüğün an ters tarafa yatırıyor seni.


Geçeceğini biliyorsun, daha önce de çöktü bu hisler üzerine, daha önce de kalbin defalarca kırıldı. Başka çaren yoktu, yeni bir kalp yapamazdın. Topladın incecik parçalarına kadar, bir saat tamircisinin cımbızı hassasiyetinde dizdin kalbinin parçalarını yerli yerine, yeniden atmasını sağladın... 


Kalbin mecaz olduğunu bile biliyorsun ama hüznü engelleyemiyorsun değil mi?

Şarkılar da yardımcı olmuyor.

Biri sormuş 
- "neden şarkılara parça deriz?" 
diye, 
- "Eksik yanlarımızı tamamladığı için." 
diye cevap vermiş başka biri de.

Ama işleyiş öyle değil ki. 


Bazen sadece eksikleri hatırlatır şarkılar. O kalbin kopan nano parçalarını barındırırlar içlerinde ama tamamlamazlar, döner ve geçmişi gösterirler sana. 


Bakıp ne kadar genç, ne kadar zayıf, ne kadar sağlıklı, ne kadar yakışıklı/güzel olduğunu hatırlatan eski fotoğraflara benzerler. Özletirler, düşündürürler bir dokunuşu, bir kokuyu... 


Birlikte dinlenilen bir anı hatırlatırlar. Sarılışı, öpüşü, hiç bitmesin istediğin o sevişmeyi... 


Hani...

Hani o asla geri gelmeyecek şeyleri.

Hüzün de çay gibi, süzgeç bile kullansan sızıyor değil mi? Karıştırmayı bıraktığında çöküyor...

Görüyorsun, göre göre içiyorsun, öyle kalıyor dibinde. 

Ve yarım kalıyor her şey,

o çayı her içişinde....

3 Mayıs 2013 Cuma

Biz çocukken Bieber yoktu, ağzımıza sürülmesinden korktuğumuz acı biber vardı...


Justin Bieber yetenekli çocuk falan olabilir. Zira ergen sevmem yazacaklarımın onun karakteri ya da yeteneğiyle ilgisi yoktur önceden uyarayım. 

Onun peşinden böyle şuursuzca koşan kız evlatlarımız, çocuklarımız bana doğum kontrolünün ne kadar önemli olduğunu hatırlattı. Böyle çocuk yapmayalım, ya da madem yaptık malzemeden çalmayalım. Potasyumunu, kalsiyumunu, vitaminini bol koyalım. 

Bu ülkeyi emanet ediyoruz geyikleri yapacağız madem, öyle kızımızı kolundan tutup gecenin bir yarısı Bieber karşılamalara havaalanlarına götürmeyelim. Ben çocukken "hayır" diye bir şey vardı. Anne terliği gösterdi mi pısardık. Siz dövün demiyorum da "hayır" demenin bin türlü güzel yolu var gözünüzü seveyim. Yeni nesil veletlerde bunu göremiyorum. 

Şımarık, ağlak, her istediği alınan yapılan edilen çocuklar var. Tabiki eğitimci değilim, anne, baba değilim bu konularda tavsiye verebilecek ne deneyimim ne eğitimim var. Ama ben de çocuk oldum. Hiç kimsenin peşinden böyle mal gibi koştuğumu hatırlamıyorum. Biz ninja kaplumbağa olurduk, voltran olur ağaç dallarında kafamızı gözümüzü kırardık. Çamurdan oyuncaklar, strafordan kayık yapardık, bisikletimizin arka tekerine kağıt sıkıştırır, pata pata seslerle motosikletçilik oynardık.

Saklambaç oynayan çocuklar görmek istiyorum ben, bisiklete binen, salıncakta sallanan, orasını burasını yaralayan çocuklar.

Gerçek hayattan izole ettiğiniz çocuklar, sanal dünyada şarkılarının anlamını bilmediği Bieber peşinde kendini paralamasın. Ağlasın mesela ama bisikletim yok diye ağlasın. "paramız olunca alırız" dersiniz. Bieber'i alacak paranız hiç olmayacak muhtemelen.

Ama o bisiklet kalacak, dizdeki yara izleri kalacak, çocukluk arkadaşlıkları kalacak, küçük bir yerde doğup büyümüş olmanın etkisi belki de. Etrafımdaki genç insanların şehirde doğup büyümüş olmasının etkilerini yoğun hissediyorum.

İyi yanları da var, ama kötü yanları daha çok sanki ? 

Bence çocukken yaşanmalı çocukluk, en azından etrafınızdaki insanların çocukluğundan şikayet etmemek için.

15 Şubat 2013 Cuma

ibrahim maalouf - beirut



Bu parçayı ilk dinlediğimde çok acı çekiyordum, acı çekiyordum derken abartmıyorum. parçayı dinlediğim için acı çekiyordum gibi algılanmasın ama...

ben acı çekiyordum o sırada bu parça üzerine çalmaya başladı...
ilk biramı içtim, devam ediyordu... sürekli dönüyordu, mekanda başka parça çalmıyordu...

bir bira daha sonra. sonra kulak verdim... daha dikkatli dinlemeye başladım... ilk dakikalarında sessizce ağlıyordu sanki, sonra biraz daha şiddetleniyordu ve sonra biraz daha... ve sonra çığlık çığlığa ağlıyordu.

11 dakika boyunca.... benim içimle birlikte ağladı... ve sonra dinlemeye devam ettim. ve sanki her evresinde parçanın, ruhum çığlıklar atıyordu.

"yeter artık" diyordu, herşeye...

sanki yediklerini çıkarıyordu ruhum, sanki beni bırakın defolun siktirin gidin diyordu.

saçma sapan kurallarınızı bir kenara bırakın, dayatmalarınızı, beni de bırakın. yeter!
diyordu da diyordu...

kısaca içime işliyordu. her notasıyla...

sonra ilk notasındaki gibi hüzne geri dönüyor....

bırakın işte beni, diyor,
gözyaşlarını koluna silip susuyordu.


18 Ocak 2013 Cuma

onlar üzüntü değil fil...

Yıllar yıllar önce ben çocukken... sanırım 8 yaşındaydım en çok 9... emin değilim.
Emin olduğum tek şey gördüğüm fillerdi...

Küçük bir evde oturuyorduk, kendime ait bir odam yoktu. Evin salonunda divanda yatardım... -evet divan diye birşey vardı. şehir yaşantısında pek bilinmez sanırım.- salonda soba yanardı, üzerindeki delikten tavana alevler yansır, çıtırtıları eşliğinde uyurdum... -o sobada tutuşturduğum gazetelerle salonun halısını feci yakmışlığım da vardır. Annemden az terlik yemedim o yüzden ya neyse.-

Yine öyle bir geceydi. soba alevininin tavan sahnesi şovunu, çıtırdayan zonguldak kömürü alkışları arasında izlerken uyuyakalmıştım...

Rüyasız bir uykuydu...

Uyandığımda soba tavını almış sakin sakin soğuyordu... odanın serinliği omuzlarımda hafif bir ürperti kılığındaydı, saat kaçtı bilmiyorum ama ev serinlemeye başladığına göre geç olmalıydı.
Çıplak ayaklarımı divanın şiltesinden sarkıttım ve çapaklı gözlerim gördüklerine inanamadı...

Salonun ortasından, -benim yaktığım halıya basa basa- filler geçiyordu...

Evet filler...

Birbirinin kuyruğunu tutmuş filler... öyle çocuk işi karikatürize uçan fil jumbo gibi de değil. bildiğimiz gri kocaman, kulaklarını geriye atmış afrika filleri...

Böyle tek sıra halinde...
Donup kalmıştım. gözlerimi ovuşturdum hala geçiyorlardı, salonun kapısından sokağa bakan pencereye doğru yavaş paytak, umursamaz adımlarla yürüdüler ve duvarın içinden geçip kayboldular...

Uyanık olduğumdan eminim ve hala dün gibi hatırlıyorum... nasıl bir halüsinasyondu, nasıl bir ruh haliydi, acaba gerçek miydi? hala bilemiyorum.

Ve hala ne zaman acı çeksem, çok üzgün ve umutsuz olsam o filler midemin üzerinde oturuyormuş gibi hissederim. Onlar gittiğinde nefes alabilir ve mutlu olabilirim.

Bugün o filler yine midemdeydi ve akşama kadar gitmediler... midemde oturdular ve sonra yine neden geldiklerini bilmediğim gibi yavaş adımlarla ortadan kayboldular...

Güle güle filler...
Ps : Filleri seviyorum bu onların suçu değil