26 Aralık 2012 Çarşamba

The first process is successfully completed!

Çok yoğun geçen bir kaç haftadan sonra, yazı perileri başıma üşüştü yine bir mesai sabahı.
Bu arada değişiklik olarak addettiğim son şeyi de gerçekleştirdim. Yeni bir eve taşındım. Üstelik yeni bir kıtada -Kadıköy (:- ...

Bir hayli yorucuydu hem masrafı azaltmak hem de çok fazla eşyam olmadığı için taşıma şirketlerine yüzlerce lira vermek yerine, bir kamyon kiralayıp bir kaç arkadaşımın da yardımıyla eşyaları taşıdık.

Yeni evim güzel, bir hayli büyük, xbox kinect oynayabileceğim geniş bir salonum var artık. kahvaltı masası olan bir mutfağım. sessiz sakin bir sokağım.

Feriköy'de otururken en nefret ettiğim şeydi sabahları korna, insan, inşaat makinaları sesleriyle uyanmak. Bu sokak o kadar sessiz ki evdeki çıtırtılar olmasa kendimi sağır sanabilirim.

Güzel ama sevdim, belirli bir yerden sonra insanın aradığı şey sadece huzur oluyor.

Eski evin boş haline bakarken, anılar bir film şeridi gibi -bu betimlemeyi seviyorum- gözümün önünden geçti. Çok da korktum aslında eşyaları kaldırırken altlarında habersiz anılar gizlenmiştir diye... Bir nevi ıssız adam ızdırabı yaşamaktan çekindim. neyse ki öyle olmadı. Yatağın altından artık fosilleşmiş birkaç çorap dışında pek bir şey çıkmadı.

Ev işleriyle uğraşmayı sevdiğimden daha önce de bahsetmiştim sanırım başka yazılarımda. Tesisat vb işlerden anlamak babamın bana mirası, damlayan musluklar, ocağı doğalgaza bağlamak, çamaşır makinası vb hemen hallediverdim. Ama dediğim gibi, ev büyük olduğu için eski evimin eşyaları kaybolup gitti yeni evin büyüklüğünde, bu hafta alışveriş yapıp birkaç şey alacağım, büyük bir L koltuk, kitaplığı bol bir tv ünitesi bir kaç çiçek (benjamin, difenbahya vb) evin çok işi var. tam olarak ne zaman yerleşebileceğimi bilmiyorum. Tv ve internet bağlantılarını da halletmek gerekiyor daha...

Henüz kendimi çok da farklı hissetmiyorum. bakalım gelecek neler sunacak, mayalar da beni düş kırıklığına uğrattı zaten. dünya yok olsaydı bu kadar masraf olmayacaktı (:

Özlediğim çok şey var ve buna alışıyorum, yalnız hissetmeyi hep karşıma almıştım, yalnızlıktan hep korkmuştum. Bu korkuyu yenmeye karar verdim, korkuları yenmenin birinci aşaması onları kabul etmek bir diğeri de üzerine gitmek derler ya...

Korkumun üzerine gideceğim, keyif alacağım yalnızlıktan. Yeni kitaplara başlayacağım, yalnız yolculuklar yapacağım, yalnız filmler izleyeceğim. İnsanlardan tamamen soyutlanmaktan bahsetmiyorum. Yalnız yapmayı sevmediğim şeyleri yapacağım işte...

Hayatımın değişim süreci beni nasıl birine dönüştürecek göreceğim.
Şimdilik bu kadar...






14 Aralık 2012 Cuma

uyku balığı

Kim bilir, belki de sen de benim hayalimi kuruyorsun, belki sen de gülümseyince nasıl göründüğümü merak ediyorsun, kim acaba ve nerede yaşıyor?.. varlığımı hissediyorsun belki kim bilir...

Belki... diyorsun, birlikte Birsen Tezer dinleriz ilk kez, belki elim eline değer ve çekmek istemezsin, belki sadece hayalinim, belki değil.

Çocukken okuduğum mavi kitapları sen de okudun belki ? milliyet yayınları, okuyunca senin de yanakların kırıştı mı tebessümden ?

Belki Jules Verne'in hayal dünyasında birlikte yürüdük arzın merkezine, belki birlikte gezdik seksen günde alemi...

Belki varsın belki yok değil mi ?

Belki sadece biraz yüksekten daldık uykuya ve küçük birer balıktık... aşk balığının hep yediği...

16 Ekim 2012 Salı

bana yeteri kadar büyük bi kaldıraç verin bişey deniycem

uzun zamandır hikayeleştirmediğim bir şeyler yazmamıştım ama içimi dökme ihtiyacını tam da şu anda mesai ortasında hissediyorum.

sinir bozucu bir ekim yaşıyoruz, yaz ekimde takılı kaldı sanki terkedip de akılda kalan bir sevgili gibi. havaların bozmasını bu kadar çok istememe bazen ben de şaşıyorum. ama huzur veriyor bana gökyüzünün grisi, bulutların o ağlamaklı bakışı, dev bir aynada kendime bakıyormuşum hissi veriyor. kendime bakmayı çok sevdiğimden değil ama...

hiç değilse tanıdık.

duygusal açıdan üzerine basılmış ama ölmemiş bir böcek gibiyim, arada sırada saçma sapan bi uzuv kıpırdar ya hani, öyle oluyor. birini çok beğeniyor ama kendimi ondan soğutmak için kulplar takıyor da olabilirim bilmiyorum. ama bir şekilde dizginlemem gerektiğini hissediyorum.

bencilce, ahmakça ama öyle ihtiyacım var ki sevilmeye bu aralar -kimin yok ki- ilgi odağı olmak sevgiden bayıltılmak istiyorum. düşünmeden gülmek, saatlerce sevişmek bütün duyguları limitlerine kadar tatmak... bunlar aklımdan ışık hızında geçiyor ama nereden başlayacağımı bilemeyip, gidip kendime bi çay koyuyorum,

en azından bunun doğru bir başlangıç olmadığı kesin...

kelimeleri dizmeye pek uğraşmıyorum, zihinsel bi patlama şu anda yaşadığım. anlamış olmalısınız ki yalnızlık hissim beni karşısına almış, kollarımı bağlamış sağlı sollu tokatlıyor.

uzun süre hissedemiyorum hiç bir duyguyu. mutluluk, üzüntü, umut,kahkaha, gözyaşı öyle karışık öyle çabuk geçiyor ki benliğimden bedenim tepki bile veremiyor.

istifamı verdim birkaç gün önce, yeni bir iş belki bir kaç ay sonra yeni bir ev... anadolu yakasında tutmayı planlıyorum -yeni bir kıta- ne kadar etkili olur acaba ben eski kalmaya devam ederken bu yenilikler...

şaka bir yana 2 ay sonra 31. yaşıma gireceğim. hayatı otuz yıllık periyotlara böldüm aklımda, ikinci otuz yıllık periyodun daha iyi olmasını ummaktan başka seçeneğim yok. ilkinde öğrendiklerimin bu seferkinde beni mutlu edeceğini umuyorum.

peki ya aşk ? her seferinde daha yoğun sevebiliyor, daha acemi olabiliyorum bunu farkettim...

ah, bazen sadece uyumak ve hiç tanımadığım bir hayata uyanmak istiyorum. adımı bile bilmeyeyim mümkünse.






7 Ekim 2012 Pazar

babanemi özledim...

1932-2011



yarın gidişinin yıldönümü babane, ne çok özledim balkona çıkıp adımı çağırmalarını...

bugün ekmeğe salça sürüp yedim babane, hani biz dışarda koştururken al şunu ye diye elime tutuştururdun ya çocukken...  ısırdıkça çocukluğumu hatırladım her lokmasında. karlı havalarda bir leğen sıcak su getirişini ayaklarımı ısıtayım diye... bulmacaları çözüşünü hatırladım, eskiyi atmaya kıyamayışını, her düğün davetiyesini saklayışını, gazetelerden kupon kesişini, bana ördüğün kahverengi kazağı, tertemiz sabun kokan kucağını hatırladım...

seni ne çok severmişim de bilmezmişim babane,
belki seni üzmüşümdür ters cevaplar vermişimdir diye aklımı zorladım. ergendim aptaldım seni üzdüğümde babane, sen hep dualar ettin, hep el üstünde tuttun ilk gözağrım torunum diye sevdin. kızamadın bile bana değil mi...

şimdi filyosa gittiğimde bakıyorum bahçene, yaban otlar kaplamış. balkonunda çiçekler yok eskisi gibi, diktiğin gül fidelerine bırakmışsın sanki gülümsemeni. geçerken bakmadan edemiyorum, senin elin değdi sen bıraktın onları... tam da kapı girişine, torunlarını karşılasınlar diye.

nur içinde yat babane, sen gördüğüm her gül goncasında, tattığım her bahçe domatesinde, biberinde, ben seviyorum diye alelacele yaptığın pancar turşusunda, her çilek reçeli kokusundasın artık.

yine de çok özledim babane...

20 Eylül 2012 Perşembe

dana scully

"hayal kahvesi"
"bulutsuzluk özlemi"

bu karışımdan da ancak başka bir hikaye çıkabilirdi,

program 10:30 gibi başladı, sahneye Nejat Yavaşoğulları çıktığında soundcheck bile almadan çalmaya başladı orkestra...

***

adam sahnenin izleyiciye yakın ve mekanın küçük olmasını seviyordu, bulutları ve griliği çoğu insan gibi sevmemezlik etmezdi aslında, ama ruhu gerçekten "bulutsuzluk özlemi" çekiyordu, tam da ihtiyacı olan sözleri tekrarlıyordu grup "ne olursa olsun yaşamaya mecbursun" diyordu...

şarkılar değişiyor 61 yaşındaki bir adamın enerjisi, onu olduğu yerde zıplatıyordu, etrafında sürekli hareket eden insanlar yüzünden dengesini kaybedince sendeledi, gözü arka tarafta bir yüze takıldı...

ne kadar da tanıdıktı ? ikinci göz kırpışında aklında canlanan tek isim vardı "Dana Scully"
kız inanılmaz şekilde x-files dizinin baş rol oyuncularından biri olan Gillian Anderson' a benziyordu. "hayal kahvesi" nde hayal görmeye başlamıştı... kızıl saçları daha uzun ve dalgalıydı.  yüzün benzerliğinden emindi ama. o diziyi çocukluğundan beri takip etmiş, yetmemiş yirmili yaşlarında 9 sezonu baştan sona tekrar izlemişti.

***

konser eğlenceliydi, birlikte eğlenen insanlar gerçekten güzel görünüyordu, sanki herkes iyiydi, hiç kimsenin aklından kötü bir şeyler geçmiyordu. o kalabalığın içinde cinayet işleyebilecek potansiyelde birileri vardıysa bile masum görünüyordu.

"sözlerimi geri alamam" ve "kütürdet beni rutubet" parçalarından sonra Nejat Yavaşoğulları iyi geceler dileyip elinde ki "bulutsuzluk özlemi" rozetlerinden birini ona uzattı...

heyecan ve şaşkınlıkla ona uzatılan rozeti yere düşürdü. hemen kimse ezmeden buldu ve  yakasına taktı... mutluydu, eğlenmiş ve kahramanlarından birini görmüş....

"hayal kahvesi" adına yakışır bir dünyaya dönüşmüştü adeta...

sahne boşaldıktan sonra, çıkışa yöneldi, bir kaç adım attıktan sonra "Scully"'i karşısında buldu, kız telefonuna bakıyordu...

sonra ne olduğunu anlamadan  "söylemeden edemeyeceğim ama bir kahramanıma o kadar benziyorsun ki" diyen kendi sesini duydu. kız şaşkınlıkla gülümsedi.

+ "nasıl yani anlayamadım?"

- "x-files dizisinde baş rol oyuncularından biri fox mulder'ın ortağı. ona ne kadar benzediğine inanamazsın, biliyor musun diziyi ?" diye sorarken ortam gürültüsünü bastırabilmek için kızın kulağına yaklaştı, artık saçlarının kokusunu duyabiliyordu...

+ "hayır ama çok merak ettim" dedi Scully, "tekrar söyleyebilir misin? kim olduğuna bakarım" diyerek telefonunda hızlıca bir not ekranı açtı. "sen yazabilir misin?"

adam telefonu aldı ve hızlıca "Dana Scully" yazdı, o an kadının gerçek adı bir türlü gelmedi aklına. içinden kendi adını ve telefonunu yazmak geçti aslında. ama buna kalkışmadı.

Telefonu geri verirken, Scully'nin kulağına tekrar yaklaştı, güzel kokuyu yine duydu, kızın saçları yüzüne değerken "çok değişik bir güzelliğin var' diyebildi...

kız yine güzel gülümsemesiyle, "çok teşekkür ederim" dedi. sanki biri ona bunu ilk kez söylüyormuş gibi...

adam da gülümseyerek karşılık verdi "hoşçakal" dedi ve caddeye çıktı.

sohbeti sürdürebilirdi, ilginç şeylerden bahsedebilirdi, belki daha sonra görüşebilirlerdi, ama hazır hissetmiyordu henüz kendini...

yalnız hissetmek, hazır olmadığın gerçeğini perdelemiyordu...


sokak ışıkları altında yürüdü yakasına taktığı "bulutsuzluk özlemi" rozetine sürekli bakarak...

kulaklıklarını taktı ve yüzünde bir tebessümle evinin yolunu tuttu...

5 Ağustos 2012 Pazar

bütün bunlar nefes almanın yan etkisi aslında...

bugün geç uyandım, normalde haftasonları kendimi zorladığım halde uyuyamam pek,
9 olmadan uyanır, inadına kalkmam yataktan. ama bugün böyle olmadı. 12 de uyandım.

saçma sapan onlarca rüya arasında zıplamanın yorgunluğuydu sanırım. çok rüya gördüm...

dün gece bir hatanın eşiğinden dönülmüş olması da buna sebep olabilir...
dışarı çıkmadım bugün, tv hep açık arkada çeşitli konularda ses fonu yaptı bana ama izledim sayılmaz, aklım rayında gidemeyen bir tren gibiydi, sürekli devrildi...

insanların twitterda yazdıklarına baktım, yine gündem değişmiş ve herkes kendi fikrini
ortaya atıyor, kendi gibi düşünmeyenlere lanet ediyor falandı... dışarı çıkma düşüncelerimi de hep kovaladım aklımdan...

mutlu sayılmam bu ara. mutsuz da değilim.

saçma sapan bir pazar günü bitsin diye bekliyorum, saçma sapan bir yaşamın bitişi beklemekten birkaç bin gün kadar farklı sadece...


1 Ağustos 2012 Çarşamba

ufuk hep aynı yerdeydi oysa...

birini merak etme aralığında hissedilen heyecan gibi olsa hep hayat. gerçek gibi ama değil gibi...

bir tek öpüşürken kapatsak ya gözlerimizi...

24 Temmuz 2012 Salı

bitişlerin başlangıcı.

düşlerinde bile düşüyordu adam, yere hızla yaklaşırken duyacağı acının hayalini kuruyordu. belki bir anda beyaz bir karanlıkta kaybolacaktı...
güzel hayallerden mutluluk yorganları dikiyor, ama birlikte uyuduğu yalnızlık, bütün yorganı üzerinden çekiyordu.

ter içinde doğruldu,

aynı tavan, aynı yastık, aynı his vardı titreyen soluğunda... uyku ile uyanıklık arasındaki tek fark gözlerinin açık olmasıydı...
düşüncelerini mantıklı bir sırayla hizalamayı denedi.
beceremedi.

soluduğu hava gittikçe yoğunlaşıyor, ciğerlerine çektiği şeyin nefes borusundan yavaşca döküldüğünü hissediyordu.

nefesini tuttu, gözlerinin açık ya da kapalı olduğundan artık emin değildi.
kendinden de emin değildi, hiçbir şeyden emin olamıyordu...
bildiği bütün gerçeklikler etrafında leşine saldıracak akbabalara dönüşmüş, gökyüzünde daireler çizerek uçuyor uğursuz çığlıklar atıyordu.

başını ellerinin arasına alarak kulaklarını tıkadı...
birden gözlerini çok sıkı kapamış olduğunu farketti
ve sessizliği....


gözlerini araladığında sanki, play tuşuna tekrar basıldı hayatın... hava akıcıydı, ciğerlerine doluyor, düşüncelerden akbabalar yavaş yavaş uzaklaşıyor, diğer odadan bir belgeselin dublajsız anlatımı duyuluyor, vantilatör nemli havayı üzerine çarparak asla düzgün toplamayı beceremediği saçlarını savuruyordu...

farketmesi kısa sürmedi.

yeni bir hikaye başlamak üzereydi.



25 Haziran 2012 Pazartesi

babam öğretmen benim...

belki de benim lanetim budur...
ben aşkla büyüdüm...
annem babama 16 yaşında kaçmış 17 sinde beni doğurmuştu

annem ailesini karşısına almış
babama kaçmış...

sonra düğünde barışmışlar aileler..
önce babanemlerle yaşamak zorunda kalmışlar
sıkıntılar çekmişler...
kavgalar da etmişler tabi...
bilmiyorum ama o zamanın baskısı mıdır sadece aşk mı
kopamamışlar birbirlerinden...

çocukların önünde birbirine sevgi göstermeyen çiftlerden değildi bizimkiler (belki artık normal ama o dönemde ve küçük bir kasabada farklı yürürdü işler)
dudak dudağa öpüşmeyi filmlerden önce anne babamdan gördüm ben...
babam uzun süre yurt dışında görev yaptı 5 yıl kadar...

ev sorunları yüzünden bizi götüremedi oraya 17 yaşındaydım o zamanlar
yani bizimkilerin evliliklerinin 18. yılıydı  babamın çekmecesinde, birşey ararken
bi öbek zarf buldum birbirlerine aşk mektupları yazıyorlardı...

evliliklerinin 18. yılında ve hala
aynı özlemle...
aynı şevkle...
bir çok kez kavga ettiler... bir çok kez...
ama birbirlerinin herşeyleriydi ve birbirlerini böyle kabul ediyorlardı...

ve hala...

annem bazen kızını özleyip
bize geldiğinde...
beni de özler tabi ayrı (:

babam filyos ta kalmışsa...
annemi çok özler...
bir kere hatırlıyorum
annem le ilay sinemadaymış
telefonu açamamışlar babam beni aradı...
ve ses tonunda alt dudağını uzatıp konuşan bir çocuk vardı...
annen telefonumu açmadı bişey mi var diyen
54 yaşında bir çocuk

ben aşkı böyle gördüm... böyle öğrendim
kalıplaştı belki...
ilişkilerimde de saçmalama hakkı istedim...
bırakıp gidilememeyi istedim.
tıpkı annemle babamdan öğrendiğim gibi...

18 Haziran 2012 Pazartesi

gittin ki sen...

geçen sene bugün, tam şu anda yarın görüşeceğimizi konuşuyorduk...

daha önce iki kere beni reddettiğin için, istediğin gibi olmaya karar vermiştim, arkadaş olmak istediğini söylemiştin, benimle konuşabildiğini...

iki kere reddetmiştin ve ben pes etmiştim...

sonra birden ortaya çıktın ve önümüzdeki pazar görüşelim dedin...

beklentisiz geldim yanına, arkadaşın olmamı istiyorsan olacaktım...

eminönü iskelesinde insan kalabalığının arasında seni bekliyordum...
kızıl saçların rüzgarda uçuşarak bana yaklaşıyordun, her adımın cesaretimin temellerini sarsıyordu...

hayır diyordum kendime, istediğin kadar güzel ol kadın, istediğin kadar tatlı gülümse, bu kez istediğin olacak... merhabalaşırken kokun burnumda, saçlarının sarstığı temelimi, yerle bir edercesine başımı döndürüyor...

ama hayır, iki kere reddedildim zaten... arkadaş olmak istiyorsan arkadaş olacağım...
vapur da yanaştı zaten,

ama koluma giriverdin birden... tenin tenime değiyor. 9 şiddetinde atıyor kalbim ama sadece yutkunuyorum...

tam geçen sene yarın...

vapurun kıç güvertesine çıkıyoruz... banklara oturuyoruz...
konuşmuyoruz, nereden başlayabilirim bilmiyorum ki cümlelere...

birden güzel başını, omzuma yaslıyorsun... elin elime değiyor çekmiyorsun...

tam geçen sene yarın...

mutluluğun, karışıklığın, denizin, tuzun, martıların arasında birbirimize karışıyoruz....

tam geçen sene yarın...



16 Haziran 2012 Cumartesi

ve melankoli

merhaba, depresif hallerim, yalnızlık hissim, mutsuzluğum...

nerelerdeydiniz uzun zaman oldu.... o "nerelerdeydiniz" i çok ciddiye almayın lütfen, gerçekten merak etmedim sizleri aslında biliyorsunuz.

ama siz bana hiç küsmezsiniz değil mi, ben sizi geride bıraktığımda geri dönmemi beklersiniz... kürkçü dükkanımsınız değil mi ?...

dönüp dolaşıp geleceğim...

belki böyle tamamen ortadan kaybolmamalısınız ha ? uzun süre sizden ayrı kalıp birden tekrar kaşılaştığımızda çok bocalıyorum, belki parça parça hatırlatmalısınız kendinizi, belki size zaman ayırmalıyım,

biraz yalnız, biraz mutsuz olabilmeliyim de mutluyken değil mi ? kendimi dinleyebilmeliyim... siz benimle birlikte vardınız hep, birinize kapılınca diğerlerinizi ihmal etmemeliydim...

bana ders vermek konusunda hep iyi oldunuz zaten...

yine çok düşünmeye başladım nerede yanlış yaptığımı, gelişme iyi yönde aslında bu kez buldum da...

klişe laflar etmeyeceğim, kaçan kovalanırmış, bir taraf her zaman daha çok severmiş falan filan değil,
oluruna bıraktığımı sanıp aslında kontrollü olmaya çalışmammış sorun...

geçmişimi "geçmiş" olarak değerlendiremememmiş...

mutluluk bazen biridir, bazen sadece dondurma...

hangisi  olursa olsun çok düşünmeden tadını çıkartarak yemezseniz erir ikisi de...