21 Ekim 2009 Çarşamba

haki yeşil

hep karşı kaldırımdasın... aramızdan arabalar geçiyor, sana hayranca baktığımın farkında bile değilsin, yürüyorsun işte, bir çiçekçinin önünden geçiyorsun... galiba gülümsedin. saçların yüzüne döküldü, hayatımda gördüğüm en zarif şeydi belki saçını kulağının arkasına atışın...

bazen yürürken benim olduğum yöne bakıyorsun... tam karşındayım seninle aynı hizada yürüyorum, seni izlerken insanlara çarpıyorum oysa...
ama bakmıyormuş gibi yapıyorum bu yöne baktığında... yolun karşısında evine giden farketmetdiğin biri...

kollarını kavuşturdun... birine çarpmaktan son anda sıyrıldım yine...
bir daha baktığımda gözden kaybolmuştun...

18 Ekim 2009 Pazar

bu cümleler çok tanıdık geldi...

Murathan Mungan'ın Boyacıköy'de kanlı bir aşk cinayeti öyküsünden...

Bu cümleleri okurken, aynaya bakıyormuş gibi hissettim.

"Kirli beyaz buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen Genç Adam mutsuz hüzünlü ve karamsardı...

Geleceğini ve geçmişini ince bir sızıyla düşünüyordu...
Yanlış maceralarla olmadık yanılsamalarla bunca yıl avutulamamış olan içindeki o sızılı boşluk, boğazın pusu nemli sokak taşları onarılmaz sonbahar uzakta İstanbul sesleri ve hayatları her şey her ayrıntı keder veriyordu ona...

Elleri zaman zaman metalin kara soğuğuna değiyor ürperiyordu. Sırtından bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme geçiyordu.

Durağa inmek için yan sokaklardan birini döndü. Denize ve durağa inen o uzun sokağa çıktı. Karşısında kalın mavi bir çizgi olarak deniz duruyordu. Dalgalanarak duruyordu...

Bütün deniz benzetmeleri tüketilmişti. Bunu düşündü. Denizi anlatmaya hiçbir şey yetmiyordu artık. Deniz için tasarlanmış hiçbir sözcük hiçbir benzetme hiçbir imge insanları heyecanlandırmıyordu...

Yalnızca denizi mi? Hangi coşku hangi sevda hangi çağsama sözcüklerden geçerek başka bir yüreğe başka bir duyarlığa sızabiliyordu artık? Dünyada çok büyük bir yangın çıkmıştı ve bu yangında ilk kurtarılacak olan kendi hayatıydı.

Ama nasıl olacaktı bu? ya da olası mıydı? Herkes denizlerini tüketmişti. Telefonlarını tüketmişti. Hayatımızdaki her şey sürüncemede kalmıştı. Bu yüzden hiçbir şey tat vermiyordu.

Geçmişin olanca görkemi ve sızısıyla birbirine açılan bu sokaklarda yürürken bunları düşünüyordu. Bütün takvimleri ve tarihleri birbirine karıştırarak düşünüyordu... "

4 Ekim 2009 Pazar

kesedeki filmografi

kangurular doğduğunda başparmak kadar oluyormuş, az önce national geographic te izledim... doğuyor minicik birşey kıpkırmızı annesinin kesesine tırmanıyor, diğer memeliler gibi göbek bağıyla annesinden beslenmezmiş kangurular, anne kesesinin içinde meme uçları varmış oradan sütle beslenirlermiş...

doğduktan sonra 6 ay kesenin içinde...

sora saçma sapan birşeye bağladım bunu, hayatım -bir film şeridi gibi (: - gözümün önünden geçti...

eh biz de yani insan ırkı da 18 imize kadar ve bazen daha da uzun bir kesenin içinde sayılırdık....

kanal değiştirdim sonra... her pazar sabahı trt de yayınlanan kovboy filmlerinden birine denk geldim, aklıma babam geldi, kovboy filmleri hastasıdır kendisi...
bir gelenek gibi bu trt de dikkat etmemişseniz pazar sabahları kanalı bir değiştirin mutlaka bi kovboy filmi göreceksiniz...

gülümsedim, aklıma babamla izlediğim zamanlar geldi. yatak odalarına gider babamın yanına uzanır izlerdim...

mcgyver, görevimiz tehlike, mavi ay serilerini babamla izlediğimizi hatırlıyorum, bir de ziyaretçiler diye bir dizi vardı uzaylılar var insan şekline ama kanları yeşil, içki kadehlerinde balık falan olurdu, fareleri ve kuşları çerez niyetine canlı canlı yerlerdi ben korkar gözlerimi kapatırdım. tamam sahne bitmiş mi diye tek gözümü açar bakar ve yine korkardım (:
trt de olimpiyatların her dalını izlerdik bir de babamla...

o zamanlar tek özel kanal Star 1 di hatırlıyorum, bizde çekmezdi babam videosunu götürürdü bi arkadaşına film kaydederdi, sanırım o dönem bi korku filmi furyası vardı, sürekli korku filmleri kaydettiğini ve bizim evde kalabalıkça izlendiğini hatırlıyorum. ben korkar koltukların arkasına saklanır ya da başımı battaniyenin altına sokar izleyemezdim...

hala yalnız başıma korku filmi izleyemem (: komik tamam ama... izleyemem işte.

cumartesiden cumartesiye diye çizgifilm programı vardı trt de sabahları, yayın on da başlardı sanırım, walt disneyle öyle tanıştık... Muppet Show ve susam sokağı ise birkaç yıl sonra çıkacaktı...

ilkokuldayken Voltran ı hatırlıyorum aslan formunda robotlar vardı, tuhaftı bunlar da...
kötü şeytan robota önce tek tek saldırırlar, ama hiç bir zaman bir bölümünde bile tek tek saldırarak başarılı olamazlar, en sonunda bunların lideri siyah aslanın pilotu tarafından "siz gövdeyi kolları ve bacakları oluşturun ben de kafayı oluşturacağım" denmesiyle tek vücut haline gelir, bir kılıçla tek hamleyle kötü şeytan robotu ikiye bölerlerdi... küçücük çocuk aklımla bile düşünürdüm,
ya madem tek tek yenemiyosunuz şu şeytan robotları niye en başta birleşip voltran gitmiyosunuz kardeşim. (: japonların çocuk zihinlerini katletmesi bununla kalmazdı...

tsubasa vardı futbolcu bi çocuk bir maç asla bir bölümde bitmezdi... orta sahada top sürerken kale yavaş yavaş ufuktan belirmeye başlardı -hani dünya yuvarlak ya ((: - ve şut çekerken ya da kaleci topa uçarken yüzlerinde acı dolu bi ifade olurdu... bir tek wakabayashi -karizmatik kaleci kendine tenis toplarıyla şut çektirir ve birini bile yemezdi- ifadesini bozmazdı... her zaman kendinden emin ve huzur içinde topa uçardı... komikti (:..

japonlar pikaçu pokemon olaylarıyla yakın bi nesli katlettiler diye hatırlıyorum ama, şu anda neyi kullanıyolar bilmiyorum...

tek bildiğim her çocuğun bir japon çizgifilm dönemi olduğudur...

hodri meydan ı hatırlıyorum uğur dündar ın, bir başka gece vardı cumartesi akşamları trt de deli gibi izlerdik...

show tv enteresan enteresan jenerikleriyle çıktı ilk... dıp dıbı dıp dıp dıbıdıptıp o dönemleri bilmeyenler için anlamsız olabilir ama hatırlayanlar sırıtmıştır (:..

birbirimize hava atardık bizde şov tivi de var oğlummmmm diye...

kırmızı nokta yı hayatımıza sokan kanaldır kendisi (:..
bir meme görücem diye gece yarıları gizlice uyanır tv açardı bu nesil...

Cine5 in şimdi ki zavallı görüntüsüne aldanmamak gerek eskiden çağın digiturk uydu büyük bi teknolojik devrimdi... tv lerin üzerinde dekoder cihazları ve mavi bi anahtarı vardı... cine5 i olan evlere gıpta eder, bütün maçları ve vizyondan yeni çıkmış filmleri izlemelerini kıskanırdık (:

brezilya dizileri ve yalan rüzgar ı revaçtaydı... Dallasın son safhalara yetiştim ama hatırlıyorum ondan bahsedemeyeceğim ama...

yalan rüzgarı ve hayat ağacı ailecek tv karşısında dikildiğimiz yapımlardı... atv bi ara bütün yalan rüzgarı kadrosunu türkiyeye getirmişti hatta sanırım yılbaşı programına (:

hayat ağacı için ise çocukken tekerlemeler türetmiştik... evde hırsız kaly mestırs, dağda kaya edım ile maya, atmış milyon dolar meri gardnır canavar şeklinde (:

büyüdükçe izlediklerimiz de değişti tabi... bir dönem bütün lise çağındaki erkek çocuklar van damme oldu... -daha sonra istanbul belediyesi tarafından türkiyeye getirilip dansöz ikram edilmiştir kendisine- şu aralar nasıl bütün liseli bebelerin kahramanı kurtlar vadisinin polatsa o zamanlar van damme dı işte...

neyse... müzik kanalları falan açılmaya, uydu sistemleri hayatımıza entegre olmaya başladı sonra... artık her tür yayın her şekilde izlenebiliyordu...

neyse fazla uzattım... kronolojiyi tam tutturamamış olabilirim ama bir nesil böyle yaşadı kese hayatını, yani tv denen sihirli bi kutu da vardı (:

artık izlediğim kanallar sanırım sadece belgesel kanalları, ha bir de eurosport ve ntvspor izliyorum çokça,cnbc-e bazen...
yerli dizilerin hiçbirinin hiç bir bölümünü bilmiyorum, facebookta paylaşıldığı kadar avrupa yakası ve bir kadın bir erkek bölümleri hariç...
güzel dizi serilerini internetten indiriyorum :/

biraz daha belgesel izlemeli şimdi...
pazar günü tembellik etmeli.